Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Sudenur Aydın
Yalnızlığın Sessiz Çığlığı
"Yalnız kalınca kendini bulduğunu sanarsın, ama içten içe kaybolursun."
Sessizlik önce huzurlu gelir. Kafanı dinlersin, seslerden uzaklaşırsın, kimse sana dokunmaz, karışmaz. Özgür hissettirir.
Ama sonra bir şey olur...
Sözlerin anlamını yitirir.
Gülüşler yankılanmaz.
Ve aynaya baktığında, gözlerinin içindeki ışığın azaldığını fark edersin.
Günler geçtikçe yalnızlık, bir tercih olmaktan çıkar.
Bir alışkanlığa dönüşür.
Sabah kahveni tek başına içmeyi öğrenirsin.
Sokaklarda yalnız yürümeyi, boş duvarlara konuşmayı, cevapsız sorularla yaşamayı…
“Ben bunu seçtim,” dersin.
Ama aslında o seni çoktan seçmiştir.
Ve sen bunu ancak çok geç fark edersin.
Bazen bir odanın içindesindir, etrafında duvarlar, içinde sadece sen.
Ama o oda, bir mezardan farksızdır.
Çünkü yalnızlık, insanın yavaş yavaş gömülmesidir.
Canlıyken, diri diri.
Yalnızlık sadece bir durum değil, bir duygudur.
Susturulmuş bir çocuğun içine hapsolur.
Görülmemiş bir kadının gözlerinde büyür.
Konuşacak kimseyi bulamayan bir yaşlının kalbinde ağırlaşır.
Ve sonunda…
Kendinle o kadar baş başa kalırsın ki, kendini tanımaktan çok, kendinden sıkılırsın.
Çünkü insan, aynaya sürekli bakarsa, bir süre sonra kendini de tanıyamaz hale gelir.
Yalnızlık bazen bir odada başlar.
Ama o oda evin içindedir.
Ve evin içi seslerle doludur; kahkahalar, yemek kokuları, televizyonun sesi…
Ama senin olduğun yer hep sessizdir.
Aile dediğin şey, sıcaklık sanırsın.
Seni saran, anlayan, kollayan bir yer.
Ama bazen ailen de seni yalnız bırakır.
Yanı başındalardır, ama kalbinin yanına hiç uğramazlar.
Bir şeyler anlatırsın, duymazlar.
Gözlerine bakarsın, bakmazlar.
İçinden haykırırsın, ama onlar sadece “abartıyorsun” der.
Ve böyle başlar yalnızlık.
Daha çocukken...
Annenin gözlerinin içine bakarsın, "beni sev" diye.
Babanın omzuna yaslanmak istersin, “ben de varım” demek için.
Ama karşılığında sessizlik bulursun.
Ya da daha kötüsü, ilgisiz bir onay.
Sadece varlığını sürdürebilmek için gereken kadar dikkat...
Sonra büyürsün.
Ve sanırsın ki, bu yalnızlık geçecek.
Ama hayır.
Sadece sen ona alışırsın.
Ve onu “güç” sanırsın.
Halbuki o, eksikliktir.
Kimseyi suçlayamadığın, ama taşıdığın bir eksiklik.
Sonra büyürsün.
Kendi ayakkabılarını kendin bağlarsın.
Düşünce kalkmayı öğrenirsin, çünkü kaldıracak kimse yoktur.
Canın yansa susarsın. Çünkü ağlamak zayıflıktır, denmiştir sana.
Ve güçlü olmak zorundasındır.
Hep. Her zaman.
Çocukken başardığın her şey, bir alkış değil, bir “oh, zaten yapması gerekiyordu” olarak döner sana.
Ve bu yüzden büyürken hiçbir başarın, seni sevildik hissettirmez.
Çünkü sen başarıyla, sevilmeyi karıştırmışsındır.
Ama en çok da susturulursun.
“Abartma”, “herkesin derdi var”, “kendine gel” gibi cümlelerle bastırılır sesin.
Konuşamazsın.
Anlatamazsın.
Çünkü ne zaman duygularını dile getirsen, seni “fazla hassas” olmakla suçlamışlardır.
Ve sen... sessizliğe mecbur kalmışsındır.
Yetişkin olduğundaysa kimse senin hâlâ o çocuk olduğunu anlamaz.
Sana “güçlü kadın”, “ayakta duran insan” derler.
Ama kimse bilmez ki sen, hala içindeki o küçük çocuğu omuzlarında taşıyorsun.
Yalnız.
Yorgun.
Ve görünmeden…
Toplum alkışlar başarıyı ama görmez neye mal olduğunu.
Güçlü olmanı ister ama ağlamana izin vermez.
Ve sen, herkesin ortasında dimdik durursun ama içten içe…
Sessizce düşersin.
Belki de gerçek güç, yalnız kalmakta değil; yalnızlığını kabul edip, sesini duyurabilmekte saklıdır.
Kendine sarılmak, içindeki çocuğu dinlemek ve en sessiz anlarında bile “ben buradayım” diyebilmektir.
Çünkü en karanlık yalnızlıkta bile, içimizde bir ışık yanar — fark etmek için sadece cesaret gerekir.