Hepimiz birer senaristiz. Evet sevgili okuyucu, sen de bir senaristsin. Ne demek istiyorum? Düşünün ki işten yorgun bir şekilde eve geldiniz; belki iş yerinde canınızı sıkan bir olay yaşadınız. Hayalinizde, eve gelip eşinizle, arkadaşınızla ya da hayvan dostunuzla uzanarak televizyonda güzel bir şeyler izleyip dinlenmek var. Televizyonu açıyorsunuz, ilk duyduğunuz replik ise: “Töre bunu emrediyor!”
Klişe senaryo başlar: zengin kız-fakir oğlan, ama çoğunlukla fakir kız-zengin oğlan olur; çünkü bu dizilerde kadın mutlaka erkek egemenliğinde olmalıdır. Neden mi? Çünkü bu yapımlarda kadının söz hakkı yoktur. Dizinin ilk bölümlerinde erkek karakterin egemenliği, kadınlara ve çocuklara zulüm eder. İzleyiciye kötülere karşı kin, nefret ve öfke beslemesi aşılanır. Ancak ilerleyen bölümlerde, o fakir ve iyi niyetli kız, kendisine kötü davranan zengin erkeğe âşık olmaya başlar. Hani bisküviyi çaya bandırırsınız da, tam ıslandığı anda kopup çayın içinde kalıverir ya… Sonra o bisküvi, bardakta tuhaf bir şekilde dağılır ve garip bir tat bırakır. İşte bu dizilerin de tadı tam olarak öyle olur: ilk başta “iyi gider” sanırsınız, sonra bir anda bütün mantık çayın içinde eriyip gider, geriye sadece bayat bir dram posası kalır.
İşin en kötü kısmı ise, hemcinslerimin bu zalim erkek karakteri ve karakterleri hayallerindeki ideal erkek olarak görmesi. Üstelik, kaynana-gelin ilişkisinin her zaman karmaşık ve sorunlu olması gerektiği düşüncesi de bu dizilerle iyice pekiştiriliyor. işçi sınıfını unutmamak gerek. Bu dizilerde işçi sınıfı da çoğu zaman ya kaderine boyun eğen, ya da zenginlerin insafına muhtaç edilerek romantize edilen bir figür hâline geliyor.
“Emret ağam, istersen canımı veririm, hatta kızımı bile sana vereyim ağam!” gibi abartılı replikler, yıllardır değişmeyen bir dizi geleneği hâline geldi. O kadar gerçeklikten uzak ki, izleyici olarak bazen gülmekten kendinizi alamıyorsunuz. Bu “ilham verici” ve (!) “yaratıcı” replikler sayesinde, senaryoların yeni bir yol bulmasına gerek bile kalmıyor. Çünkü insanlar, mesaj veren anlamlı yapımları pek dikkat çekici bulmuyor. Neden mi? Çünkü yurdum insanı kaostan beslenmeyi seviyor. İş yerinde, evde, hatta yolda giderken bile kaotik bir ortamın içinde yaşayan biri, ekranda da aynı karmaşayı izlemeyi bir tür teselli gibi görüyor.
Küçük yaştaydım ama hâlâ çok iyi hatırlıyorum. Haluk Bener ve Sadullah Çelen’in yönetmenliğinde çekilen, unutulmaz bir durum komedisi vardı: Yedi Numara. O dönem dizileriyle kıyaslandığında, Yedi Numara samimi karakterleri ve doğal diyaloglarıyla izleyiciyi ekran başına kilitlerdi. Her karakterin kendine özgü hikayesi vardı ve absürt durumlar bile gerçek hayatla bağ kuruyordu.
Bugünün dizilerine baktığımızda ise, ne yazık ki aynı özgünlük ve doğallığı bulmak zor. Klişeler, abartılı replikler ve yapay senaryoların hüküm sürdüğü yapımlar, Yedi Numara gibi gerçekçi komedilerin yerini alamıyor. İşte tam da bu yüzden, kaliteli ve özgün işlere olan özlemimiz her geçen gün artıyor.
Belki de artık “emret ağam” repliklerine biraz ara verip, biraz daha gerçek hayatı, gerçek insanları görmek istiyoruz. Yoksa bir gün bisküviyi çaya bandırıp çayın içinde bırakmak gibi bu diziler de eriyip gidecek.
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Zeynep Özönal
Senaryo yok, klişe çok
Hepimiz birer senaristiz. Evet sevgili okuyucu, sen de bir senaristsin. Ne demek istiyorum? Düşünün ki işten yorgun bir şekilde eve geldiniz; belki iş yerinde canınızı sıkan bir olay yaşadınız. Hayalinizde, eve gelip eşinizle, arkadaşınızla ya da hayvan dostunuzla uzanarak televizyonda güzel bir şeyler izleyip dinlenmek var. Televizyonu açıyorsunuz, ilk duyduğunuz replik ise: “Töre bunu emrediyor!”
Klişe senaryo başlar: zengin kız-fakir oğlan, ama çoğunlukla fakir kız-zengin oğlan olur; çünkü bu dizilerde kadın mutlaka erkek egemenliğinde olmalıdır. Neden mi? Çünkü bu yapımlarda kadının söz hakkı yoktur. Dizinin ilk bölümlerinde erkek karakterin egemenliği, kadınlara ve çocuklara zulüm eder. İzleyiciye kötülere karşı kin, nefret ve öfke beslemesi aşılanır. Ancak ilerleyen bölümlerde, o fakir ve iyi niyetli kız, kendisine kötü davranan zengin erkeğe âşık olmaya başlar. Hani bisküviyi çaya bandırırsınız da, tam ıslandığı anda kopup çayın içinde kalıverir ya… Sonra o bisküvi, bardakta tuhaf bir şekilde dağılır ve garip bir tat bırakır. İşte bu dizilerin de tadı tam olarak öyle olur: ilk başta “iyi gider” sanırsınız, sonra bir anda bütün mantık çayın içinde eriyip gider, geriye sadece bayat bir dram posası kalır.
İşin en kötü kısmı ise, hemcinslerimin bu zalim erkek karakteri ve karakterleri hayallerindeki ideal erkek olarak görmesi. Üstelik, kaynana-gelin ilişkisinin her zaman karmaşık ve sorunlu olması gerektiği düşüncesi de bu dizilerle iyice pekiştiriliyor. işçi sınıfını unutmamak gerek. Bu dizilerde işçi sınıfı da çoğu zaman ya kaderine boyun eğen, ya da zenginlerin insafına muhtaç edilerek romantize edilen bir figür hâline geliyor.
“Emret ağam, istersen canımı veririm, hatta kızımı bile sana vereyim ağam!” gibi abartılı replikler, yıllardır değişmeyen bir dizi geleneği hâline geldi. O kadar gerçeklikten uzak ki, izleyici olarak bazen gülmekten kendinizi alamıyorsunuz. Bu “ilham verici” ve (!) “yaratıcı” replikler sayesinde, senaryoların yeni bir yol bulmasına gerek bile kalmıyor. Çünkü insanlar, mesaj veren anlamlı yapımları pek dikkat çekici bulmuyor. Neden mi? Çünkü yurdum insanı kaostan beslenmeyi seviyor. İş yerinde, evde, hatta yolda giderken bile kaotik bir ortamın içinde yaşayan biri, ekranda da aynı karmaşayı izlemeyi bir tür teselli gibi görüyor.
Küçük yaştaydım ama hâlâ çok iyi hatırlıyorum. Haluk Bener ve Sadullah Çelen’in yönetmenliğinde çekilen, unutulmaz bir durum komedisi vardı: Yedi Numara. O dönem dizileriyle kıyaslandığında, Yedi Numara samimi karakterleri ve doğal diyaloglarıyla izleyiciyi ekran başına kilitlerdi. Her karakterin kendine özgü hikayesi vardı ve absürt durumlar bile gerçek hayatla bağ kuruyordu.
Bugünün dizilerine baktığımızda ise, ne yazık ki aynı özgünlük ve doğallığı bulmak zor. Klişeler, abartılı replikler ve yapay senaryoların hüküm sürdüğü yapımlar, Yedi Numara gibi gerçekçi komedilerin yerini alamıyor. İşte tam da bu yüzden, kaliteli ve özgün işlere olan özlemimiz her geçen gün artıyor.
Belki de artık “emret ağam” repliklerine biraz ara verip, biraz daha gerçek hayatı, gerçek insanları görmek istiyoruz. Yoksa bir gün bisküviyi çaya bandırıp çayın içinde bırakmak gibi bu diziler de eriyip gidecek.