Üç Kadın, Üç Coğrafya: İran'dan Türkiye'ye, İngiltere'den Shakespeare'e Kadın Olmak
Yazının Giriş Tarihi: 01.07.2025 10:51
Yazının Güncellenme Tarihi: 01.07.2025 10:55
Hiç düşündünüz mü, kadın olmak neye benzer? Ama şöyle değil: “Kadın olmak zordur” klişesinden değil. Gerçekten; bir sabah İran’da uyanmak, sonra Türkiye’de öğlen bir sokakta yürümek, akşam ise İngiltere’de bir parkta kitap okumak... Aynı “kadın” olarak. Aynı yürek, aynı beden ama üç farklı dünyanın aynasında.Şimdi bir anlığına sahneyi Shakespeare’e bırakalım. “All the world’s a stage” demişti ya hani… Dünya bir sahne ise, kadınlar o sahnede çoğu zaman başrolü hak etseler de, repliklerini çoğunlukla fısıltıyla söylemek zorunda kalıyor. Bu yazıda o fısıltıyı yükseltelim. İran’da, Türkiye’de ve İngiltere’de kadın olmanın izini sürerken, biraz da bu sahnenin perde arkasına bakalım.
İran’da kadın olmak bir tür sessiz direnç işi. Konuşmadan konuşmak, görünmeden görünür olmak. Kadın olmak, beklentiler ve arzular arasında dikkatle yürümek gibi.İranlı kadınlar sadece yasaklarla anılamaz. Onlar şiirin, düşüncenin, direnişin sesidir. Füruğ Ferruhzad, “Benim payıma düşen, bir perde asılmasının benden aldığı gökyüzüdür..."” der ve özgürlük talebini her zaman haykırır. İranlı kadınlar bugün de sokakta, üniversitede, sanat sahnesinde o sesi sürdürüyor. Shakespeare’in Cordelia'sı bana hep İranlı kadınları hatırlatır. Sessiz ama inatçı, nazik ama dimdik. Konuşması gereken yerde susar ama o suskunluk bile çok şey anlatır. Tıpkı İranlı kadınların şiirle, bakışla, duruşla var olması gibi. Sessizliğinde bile bir güç, bir zarafet var. Potansiyelleri büyük, ama özgürlükleri dar. Ve belki de bu yüzden, dünyanın en güçlü sessiz çığlıkları hâlâ İran'dan yükseliyor.
Peki ya Türkiye? Kadınların hayatın her alanında varlıklarını güçlü şekilde hissettirdiği bir ülke. Çalışan, okuyan, sahnede yer alan kadınlar; her geçen gün seslerini daha çok duyuruyor, sınırları aşmak için adım adım ilerliyor. Portia’yı hatırlayın The Merchant of Venice’ten. Kendi zekâsıyla erkeklerin dünyasında adalet dağıtan bir kadındı o. Türkiye’de de benzer şekilde, birçok kadın kendi alanlarında yaratıcılık ve güçle ilerliyor. Kadınların başarıları, aileden iş hayatına, eğitimden sanat ve bilim dünyasına kadar çeşitleniyor. Elbette her yolun zorlukları var ama Türkiye’de kadınlar bu zorlukların üstesinden gelmek için kararlılık gösteriyor. Kadınlar her gün bu sahnede güçleniyor, ilerliyor, ancak hâlâ kırılması gereken görünmez sınırlar var. Gerçek özgürlük, cesur kadınların ışığında parlar ve biz o ışığı birlikte büyüteceğiz.
Sonra İngiltere’ye uzanıyoruz. İngiltere’de kadın olmak ilk bakışta rahat, özgür, güvenli. Ama yakından bakınca bambaşka bir tablo çıkıyor. Buradaki sınırlar daha sessiz, daha ince çizilmiş. “Cam tavan” derler ya; görünmez ama hissedilen o sınır. Kadınlar istedikleri yerlere ulaşabiliyor gibi görünür, ama orada kalmak, orada etkili olmak için hâlâ iki kat emek vermek zorundalar.“Modern” deniyor, “eşitlikçi” deniyor ama kadınlar hâlâ görünmez sınırlarla karşılaşıyor. Kadınlara burada “yapabilirsin” deniyor, ama bunu gösterebilmek için çok çalışmaları gerekiyor. Lady Macbeth’i hatırlayalım. Hırsı yüzünden “insansızlaştığı” düşünüldü. İngiltere’de de hâlâ kararlı kadınlara temkinli yaklaşılır. Güç gösterisi kadınlarda hâlâ şaşkınlıkla karşılanabiliyor. Kadınların özgürlüğü burada daha incelikli sınavlardan geçiyor: daha az görünür, ama daha karmaşık.Peki neden bir kadının kararlılığı hâlâ bazen tehdit gibi algılanıyor?
Zihnim kadın olmaya dair sorularla dolduğunda, yanıtların izini çoğu kez Virginia Woolf’ta bulurum.
O,“Kendine ait bir oda” demişti ya,bir kadının düşünebilmesi, yazabilmesi, kendini gerçekleştirebilmesi için önce nefes alabileceği bir alanı olmalıydı. Bu yalnızca fiziksel bir odadan ibaret değil, bir hak meselesiydi aslında. Jane Austen ise o odayı hiç terk etmeden dünyayı yazdı. İnce bir mizah, derin bir gözlem gücüyle, kadınları ev içinden kamusal alana taşıdı. Sessiz ama çok güçlüydü. Woolf düşünsel bir devrim başlatırken, Austen o düşünceyi ete kemiğe büründürdü. İkisi de kadın olmanın ne demek olduğunu, kendi dönemlerinin sınırlarında cesurca sorguladı.Kadın olmak üzerine düşünürken, İngiltere’den kopup gelen bir söz aklıma gelir: “Lie back and think of England.” Bu söz kadını pasif, arzularını bastıran bir konuma yerleştirir.Aslında gerçek özgürlük, “lie back and think of England” klişesini yıkmakla başlar. Kadınlar bedenleriyle, duygularıyla ve arzularıyla bütünleşmeli, kendi sahnelerinde kendi repliklerini cesurca söyleyebilmelidir. Shakespeare’in kadınları gibi,pasif figürler değil, oyunun aktif yazarı olmalılar.
Shakespeare’in kadınlarının cesareti, aklı ve hırsı bu klişeyle çelişir. Cordelia, Portia ya da Lady Macbeth asla “geri çekilip başka bir yere düşünmekle” yetinmez; onlar sahnede aktif, karar veren, bazen isyankar figürlerdir.
Üç coğrafya. Üç ayrı sahne. Üç ayrı oyun. Ama oyuncu aynı: Kadın. Bazen kendi repliğini yazabiliyor, bazen yazılmış bir senaryoda figüran olmaya zorlanıyor. Her yerde bir kadın doğduğunda, ona söylenenler değişiyor ama yüklenen anlam çoğu zaman aynı kalıyor: “Sen eksiksin. Ya tamamlanacaksın ya da törpüleneceksin.”
Ama kadın olmak ne eksikliktir, ne fazlalık. Kadın olmak bir varlık biçimi. Her seferinde yeniden tanımlanan, çoğu zaman da yeniden silinmeye çalışılan. Ama yine de inadına kalan, büyüyen, çoğalan.
Bazen kendime soruyorum: Shakespeare yaşasaydı ve bugün İranlı bir kadının hikâyesini yazsaydı, nasıl olurdu? Ya da Türkiye’de bir akademisyen olarak Lady Macbeth’i nasıl anlatırdı?
Belki de kadınlar artık “trajedi” değil, kendi “komedilerini” yazmanın peşindedir. Belki de bizim hikâyemiz artık bir oyundan daha fazlasıdır.
Kadın olmak her yerde zordur, ama her yerde mümkündür.Artık sahnede sadece bir figüran değil, perdenin arkasındaki ışık teknisyeni, dekoru kuran yönetmen ve oyunun başrol oyuncusuyuz. Çünkü gerçek özgürlük, karanlığın içinde bile kendi yıldızını parlatabilen cesur kadınların elindedir.
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Rojbin Eroğuz
Üç Kadın, Üç Coğrafya: İran'dan Türkiye'ye, İngiltere'den Shakespeare'e Kadın Olmak
Hiç düşündünüz mü, kadın olmak neye benzer? Ama şöyle değil: “Kadın olmak zordur” klişesinden değil. Gerçekten; bir sabah İran’da uyanmak, sonra Türkiye’de öğlen bir sokakta yürümek, akşam ise İngiltere’de bir parkta kitap okumak... Aynı “kadın” olarak. Aynı yürek, aynı beden ama üç farklı dünyanın aynasında.Şimdi bir anlığına sahneyi Shakespeare’e bırakalım. “All the world’s a stage” demişti ya hani… Dünya bir sahne ise, kadınlar o sahnede çoğu zaman başrolü hak etseler de, repliklerini çoğunlukla fısıltıyla söylemek zorunda kalıyor. Bu yazıda o fısıltıyı yükseltelim. İran’da, Türkiye’de ve İngiltere’de kadın olmanın izini sürerken, biraz da bu sahnenin perde arkasına bakalım.
İran’da kadın olmak bir tür sessiz direnç işi. Konuşmadan konuşmak, görünmeden görünür olmak. Kadın olmak, beklentiler ve arzular arasında dikkatle yürümek gibi.İranlı kadınlar sadece yasaklarla anılamaz. Onlar şiirin, düşüncenin, direnişin sesidir. Füruğ Ferruhzad, “Benim payıma düşen, bir perde asılmasının benden aldığı gökyüzüdür..."” der ve özgürlük talebini her zaman haykırır. İranlı kadınlar bugün de sokakta, üniversitede, sanat sahnesinde o sesi sürdürüyor. Shakespeare’in Cordelia'sı bana hep İranlı kadınları hatırlatır. Sessiz ama inatçı, nazik ama dimdik. Konuşması gereken yerde susar ama o suskunluk bile çok şey anlatır. Tıpkı İranlı kadınların şiirle, bakışla, duruşla var olması gibi. Sessizliğinde bile bir güç, bir zarafet var. Potansiyelleri büyük, ama özgürlükleri dar. Ve belki de bu yüzden, dünyanın en güçlü sessiz çığlıkları hâlâ İran'dan yükseliyor.
Peki ya Türkiye? Kadınların hayatın her alanında varlıklarını güçlü şekilde hissettirdiği bir ülke. Çalışan, okuyan, sahnede yer alan kadınlar; her geçen gün seslerini daha çok duyuruyor, sınırları aşmak için adım adım ilerliyor. Portia’yı hatırlayın The Merchant of Venice’ten. Kendi zekâsıyla erkeklerin dünyasında adalet dağıtan bir kadındı o. Türkiye’de de benzer şekilde, birçok kadın kendi alanlarında yaratıcılık ve güçle ilerliyor. Kadınların başarıları, aileden iş hayatına, eğitimden sanat ve bilim dünyasına kadar çeşitleniyor. Elbette her yolun zorlukları var ama Türkiye’de kadınlar bu zorlukların üstesinden gelmek için kararlılık gösteriyor. Kadınlar her gün bu sahnede güçleniyor, ilerliyor, ancak hâlâ kırılması gereken görünmez sınırlar var. Gerçek özgürlük, cesur kadınların ışığında parlar ve biz o ışığı birlikte büyüteceğiz.
Sonra İngiltere’ye uzanıyoruz. İngiltere’de kadın olmak ilk bakışta rahat, özgür, güvenli. Ama yakından bakınca bambaşka bir tablo çıkıyor. Buradaki sınırlar daha sessiz, daha ince çizilmiş. “Cam tavan” derler ya; görünmez ama hissedilen o sınır. Kadınlar istedikleri yerlere ulaşabiliyor gibi görünür, ama orada kalmak, orada etkili olmak için hâlâ iki kat emek vermek zorundalar.“Modern” deniyor, “eşitlikçi” deniyor ama kadınlar hâlâ görünmez sınırlarla karşılaşıyor. Kadınlara burada “yapabilirsin” deniyor, ama bunu gösterebilmek için çok çalışmaları gerekiyor. Lady Macbeth’i hatırlayalım. Hırsı yüzünden “insansızlaştığı” düşünüldü. İngiltere’de de hâlâ kararlı kadınlara temkinli yaklaşılır. Güç gösterisi kadınlarda hâlâ şaşkınlıkla karşılanabiliyor. Kadınların özgürlüğü burada daha incelikli sınavlardan geçiyor: daha az görünür, ama daha karmaşık.Peki neden bir kadının kararlılığı hâlâ bazen tehdit gibi algılanıyor?
Zihnim kadın olmaya dair sorularla dolduğunda, yanıtların izini çoğu kez Virginia Woolf’ta bulurum.
O,“Kendine ait bir oda” demişti ya,bir kadının düşünebilmesi, yazabilmesi, kendini gerçekleştirebilmesi için önce nefes alabileceği bir alanı olmalıydı. Bu yalnızca fiziksel bir odadan ibaret değil, bir hak meselesiydi aslında. Jane Austen ise o odayı hiç terk etmeden dünyayı yazdı. İnce bir mizah, derin bir gözlem gücüyle, kadınları ev içinden kamusal alana taşıdı. Sessiz ama çok güçlüydü. Woolf düşünsel bir devrim başlatırken, Austen o düşünceyi ete kemiğe büründürdü. İkisi de kadın olmanın ne demek olduğunu, kendi dönemlerinin sınırlarında cesurca sorguladı.Kadın olmak üzerine düşünürken, İngiltere’den kopup gelen bir söz aklıma gelir: “Lie back and think of England.” Bu söz kadını pasif, arzularını bastıran bir konuma yerleştirir.Aslında gerçek özgürlük, “lie back and think of England” klişesini yıkmakla başlar. Kadınlar bedenleriyle, duygularıyla ve arzularıyla bütünleşmeli, kendi sahnelerinde kendi repliklerini cesurca söyleyebilmelidir. Shakespeare’in kadınları gibi,pasif figürler değil, oyunun aktif yazarı olmalılar.
Shakespeare’in kadınlarının cesareti, aklı ve hırsı bu klişeyle çelişir. Cordelia, Portia ya da Lady Macbeth asla “geri çekilip başka bir yere düşünmekle” yetinmez; onlar sahnede aktif, karar veren, bazen isyankar figürlerdir.
Üç coğrafya. Üç ayrı sahne. Üç ayrı oyun. Ama oyuncu aynı: Kadın. Bazen kendi repliğini yazabiliyor, bazen yazılmış bir senaryoda figüran olmaya zorlanıyor. Her yerde bir kadın doğduğunda, ona söylenenler değişiyor ama yüklenen anlam çoğu zaman aynı kalıyor: “Sen eksiksin. Ya tamamlanacaksın ya da törpüleneceksin.”
Ama kadın olmak ne eksikliktir, ne fazlalık. Kadın olmak bir varlık biçimi. Her seferinde yeniden tanımlanan, çoğu zaman da yeniden silinmeye çalışılan. Ama yine de inadına kalan, büyüyen, çoğalan.
Bazen kendime soruyorum: Shakespeare yaşasaydı ve bugün İranlı bir kadının hikâyesini yazsaydı, nasıl olurdu? Ya da Türkiye’de bir akademisyen olarak Lady Macbeth’i nasıl anlatırdı?
Belki de kadınlar artık “trajedi” değil, kendi “komedilerini” yazmanın peşindedir. Belki de bizim hikâyemiz artık bir oyundan daha fazlasıdır.
Kadın olmak her yerde zordur, ama her yerde mümkündür.Artık sahnede sadece bir figüran değil, perdenin arkasındaki ışık teknisyeni, dekoru kuran yönetmen ve oyunun başrol oyuncusuyuz. Çünkü gerçek özgürlük, karanlığın içinde bile kendi yıldızını parlatabilen cesur kadınların elindedir.